Çelişkiler! Eskiden yeniden
Üzüntülerimiz, ağıtlarımız, hüzünlerimiz özlemlerimiz vardı bizim… Düğünlerde halay çekerken coşkumuzun doruğunda karanlıkta buğday kuyusuna düşer, düştüğümüz kuyuda halay çekmeye devam eder, aşağıdan mendil sallar, omuz oynatırdık…
Elli sene önce yaşanmış bir olay yeniden anlatıldığında sanki bugün olmuş gibi hüzünlenir ağlardık… Kendini Kızılırmak’a atan Ayşelere, okuldan dönmeyen Zührelere, harman yerinde bıçaklanarak öldürülenlere ağıtlar yakardık;
“Mezar arasında harman olur mu?
Kama yarasına derman olur mu?
Kamayı vuranda iman olur mu?
Yiğidim Aslanım burada yatıyor,
Kaytan bıyıkları kana batıyor”
Ağıtlarda kendimizden bir parça bulur, kendi kaybımıza ağlar gibi ağlar, gözlerimizden yaşlar dökerdik… Cenazelere, düğünlere giderken arabalara, traktörlere, minibüslere tıklım tıklım doluşur, minibüslere, arabalara bir ileri, iki geri taktiğiyle oturtarak, normalde iki kişinin oturacağı yere üç kişi, bir hesapla on iki kişinin oturacağı yere on sekiz kişiyi sığdırır, on kişi de aralardaki boşluklara aldığımızda yirmi sekiz kişiye tamamlayıp; “BİSMİLLAH” der, yola çıkardık. Kapasitesinin üstünde cenazeye gidiyorsak hüzünlü, düğüne gidiyorsak coşkulu insanlarla doldurduğumuz minibüs, yolda kaza yapar, ağlamaya giderken kendi ölülerimize ağlar, düğüne gidiyorsak düğün evini cenaze evine döndürürdük!
Bu coğrafyada nedendir bilinmez, halk olarak birey olarak gözümüz hep yaşlı, gönlümüz yaslı olmuştur. Belki de hayatımız boyunca, elemli, hüzünlü günlerimizin sayısı huzurlu, mutlu günlerimizden çok çok fazladır…
“Doğar yaz ayları da çiçekler açar,
Eller yaylasına da kuzuyla göçer,
Acep bizim kuzuları da kimler seçer”
Diyen aşık Sait’in acısı sazını tellerinden gelir bizi dağın başında, Kara Saban’ın arkasında, su yolunda rakı masasında bulur, bizim acımız olurdu. İçtiğimiz rakının acı tadıyla suratımızı ekşitip saçımızı sallarken dudaklarımızın kenarını yukardan aşağı parmaklarımızla sıvazlar, ıslak parmaklarımızı da ev sahibine göstermeden masanın alt yüzüne minderin altına silerdik…
Efkârlanır, belimizi sıkarak derimizde iz bırakmış tabancamızın gözüne mermi sürer, oturduğumuz odanın tavanına sıkardık. Tabaklardaki mezelerimizin üstüne tavandan dökülen sap saman artıklarına aldırmadan sarımsaklı cacığımızı kaşıklar, yanımızda oturan masa arkadaşımıza sarhoş kafayla bir şeyler anlattığımızı sanarken yüzüne geğirir sarımsaklı hıyar kokusunu odanın diplerine kadar yayardık…
Masada, “ZAHİDEM KURBANIM N’OLACAK HALIM” türküsünü, zurnacı Dursun Usta’ya çaldırırken duygulanıp ağlar, zurnayı susturup Zurnacı Dursun ustayla diyet yapmaya çalışırdık. Yorgunluktan, karışık ve çok sigara içmekten sesi boğularak çatallaşmış Dursun Usta, uzun havayı okurken horoz kesiliyormuş gibi ince, çığlıklar halinde ve kesik kesik sesler çıkarır bizler bundan bile, hüzün bulur, hırsımızdan yumruklarımızı masaya vururduk…
Sarhoş olduğumuz anlaşılıp masa görevlilerince dışarı çıkarılarak, bir duvar dibine dikildiğimizde ayakta durmakta zorlandığımızdan sallanır, kendi üstümüzü, kirlettiğimiz yetmiyormuş gibi bize yardımda görevli kişilerin üstünü de kirletirdik…
Aradan bunca yıllar geçmiş olsa da ağıtlar her söylendiğinde sanki Aşık Saitlerin, Gelin Ayşelerin, okuldan dönmeyen Zührelerin bir yakını gibi hüzünlenir, insanlık erdemlerimizi yerine getirmenin huzuruyla kirpiklerimiz ıslak gözlerimiz yaşlı yatağa girerdik…
Aşık Saitlerin Gelin Ayşelerin, Zührelerin ana babalarıyla aramızda yüzlerce kilometre uzaklık olsa da insana, insanlığa özgü bir duyarlılıkta onların yalnız olmadıklarını, yanlarında olduğumuzu sanki, görünmeyen gönül bağlarıyla hissettirir, hayata tutunmalarını sağlardık…
Düşüncelerimizi birbirimize aktarır el aleme birlikteliğimizden doğan gücümüzü gösterir gücümüzden gurur duyardık… Kelle atardık düğünlerde, bilek gücümüzü gösterir, at üstünde cirit oynarken kuşlar gibi döner yürek gücümüzü gösterirdik… Kimimiz pehlivan olup kispet giyerken kimimiz kösenin karısı rolüne girip entari giyerek başına eşarp bağlar, kimimiz de de orta oyununda köse olur;
“Dürrr kâye!” diye, nara atarken omuzumuzdaki torbadan seyircilerin başına küller savururduk…
Düğünlerde, çocuklara sofra serdirip sofra toplatırken, bu çocukların da yemek yeme ihtiyaçlarını aklımıza getirmez, aç çocukların tabaklarda kalan yemek artıklarını birbirinden kaçırırken üstlerine başlarına dökmelerine kahkahalarla gülerdik…
Evimize getirdiğimiz misafirlerimizden hoşnutluk duyar, bir dost daha kazanmış olmanın sevincini yaşardık. Misafirin altına yükte beklettiğimiz elma, ayva kokulu kutnu döşekleri sererken kendimiz çulda yatmış olsak bile, hiç gocunmaz mutluluk duyardık. Misafirin atını, eşeğini ahırın en aydınlık köşesine bağlar, o gün bizim gariban kır eşeğin arpasından samanından kestiğimiz arpa samanla beslerdik de hiç zorumuza gitmezdi.
Düğünlerimiz eşle dostla olur, cenazelerimizi eş dostla kaldırırdık…
Komşularımız günlerce yemek taşırlar, günlerce komşularının yanında kalırlar onları yalnız bırakmayarak desteklerini sürdürüp, acılarını paylaşırlardı… Cenaze çıkan evde, sokakta, mahallede günlerce televizyonlar, radyolar açılmaz düğünlerin günleri bile ertelenirdi…
Kimsenin buğdayı harman yerinde, üzümü bağında kalmaz imece usulüyle, kaybolan inek tüm köy halkıyla beraber aranırken köyün hocasına kurtların ineği yememesi için “KURT AĞZI” Bağlatırdık…Gelin olacak kızların çeyizini komşunun genç kızları hazırlar, bulgur çekimine yarma çekimine, tarhana dökümüne, soku dövmeye komşular yardım eder, askere gidene dua eder, ceplerine harçlıklar koyardık.
Kısa bir süre içinde “KÜRESEL” bir salgın, alışkanlıklarımızı, gelenek göreneklerimizi, dini ibadetlerimizin şeklini bile değiştirip, bizleri evlere kapattı, esir aldı…
İşlerimizden olduk, birikimlerimiz tükendi, üretimlerimiz durdu! Çocuklarımız oyunlarını unuttular, bir arada oynamaz oldular… Okulları, sokakları caddeleri doldurarak, kuşlar gibi şakıyıp bizlere yaşam sevinci veren, bazılarımızın rahatsız olduğu çocuk cıvıltıları artık yok! Sular, çağlamıyor, çeşmeler akmıyor, olağanüstü dönemlerden geçiyoruz…
Cenazelerin; “SELASIZ, NAMAZSIZ, HELALLİKSİZ” toprağa verildiği bu günlerde bile, gözümüzü para hırsı bürümüş, yarınımızın ne olacağını bilemezken; durmuş bir üretim, çökmüş bir ekonomi, mücadele edilemeyen bir salgın, yağmayan karlar, yağmayan yağmurlar, dolmayan barajlar…
Yoksulluğun, işsizliğin, açlığın pençesindeki insan sayısı hızla artarken, COVİD-19 aşısına, SMA hastası çocuklara para bulamazken; halâ kamuoyundan gizli “DEVLET SIRRI” maskesiyle ihaleler alıp, ihaleler vermek, zarar eden otoyollara, köprülere, hastanelere dışardan borç bularak onu da, döviz cinsinden ödemek hiç de hayra alâmet değildir, bu çocukların “AHI” kesinlikle bunları yapanları bulacaktır...
Bu, içinde kendimizin de oturduğu binanın kolonlarını kesmeye benzer!
Saygılarımla…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.