Doğum günü
Haydar Efendi benim yeni yetme dönemlerime rastlar. Sesimin çatallaşıp kalınlaştığı, nidasından bazen kendimin de ürküp, nereden geliyor bu dik, bu biçimsiz bu çatlak ses diyerek korkup sıçradığım zamanlarda kesişir Haydar Efendi ile tanışıklığımız...
Saç tıraşı için girdiğim Kaman'daki berberin, beni berber koltuğuna oturttuktan sonra, boynuma havlu bağlamasından “kıllanıp”, “beni adam yerine koyup sakal tıraşı yapacak ellam” diye düşündüğüm zamanlara...
Berber, gayet rahat tavırlarla yanındakilerle Manifaturacı Kara Malak'ın hovardalık yaparken nasıl yakalanışının muhabbetini yaparken, bir yandan da küçük sabun kabında bulunan sabun kırıntısına eline aldığı fırçayı sürterek köpürtüyordu...
İlk garibime giden, benim yüzümün orasında burasında bulunan üç beş renk değişikliğine uğramış tüy için bu kadar sabun köpüğünün fazla olacağı idi...
Berber, buzağı kazığı gibi kısa, güdük küt boyuyla sabunu köpürterek etrafımda dolaşırken fırçadan taşan köpükler sağa sola sıçrıyor yumuşacık göbeği, omuzlarıma, kollarıma değiyordu. Göbeklerin bu kadar yumuşak olabileceğinin şaşkınlığı ile, yabancı birinin iri yumuşak göbeğinin vücuduma temasının tiksinti verici ürpertisine açıktan gülemediğimden yüzümden sırıtma ile gülme arası samimiyet dışı, zoraki bir tebessüm yayılıyordu...
Kısa tombul berber, elindeki küçük sabun tasındaki sabun kırıntısından fırçayla köpürttüğü kocaman köpükleri bastırarak yüzüme defalarca yayarak sürüyordu.
Burun altı, bıyık yeri gibi fırçanın girmediği yerlere işaret parmağının üstüne aldığı köpükleri sürterken yanaklarımdan gözüme doğru yayılan köpük fazlalıklarını da yine işaret parmağıyla toplayıp boynumda serili havluya siliyordu. Fazla köpüklerin boynumdaki havluya silinmesinden benim kendi üstüme siliniyormuş gibi bir rahatsızlık duyduğumun farkında bile değildi...
Çevremde dolaşırken, benim künyemi de dilaltından öğrenmeyi ihmal etmiyordu...
Köpükler yüzüme yayıldığında karışık duygular içindeydim...
Gıdıklanma ile adam yerine konulup sakal tıraşı olmamın berberin inisiyatifinde olması beni çok güldürdü... Artık yüzümdeki zoraki tebessümü daha fazla tutamıyor katıla katıla gülüyordum... Berber, yılların tecrübesiyle olacak kahkahalarım karşılığında geri çekilerek, gayet soğukkanlı:
"Yeğenim, bu senin ilk sakal tıraşın ellam" dedi.
Saç tıraşı için girdiğim berberin beni sakal tıraşı yapmasının altındaki amaç; belki daha fazla para almak, belki de koltukta oturan bu sivilceli yeni yetmenin, bu karga yavrusu gibi şaşkın ürkek ıslak tüylü çocuğun, güzelliklerini gün yüzüne çıkarıp kendine güvenini sağlamak içindi bilmiyorum!
Belki de berber, zamanında yaşadığı benim duygularımın aynısını yeniden yaşıyor, tıraştan sonra koşup satın aldığı “horozlu aynadaki” yeni yüzünün görünümünün o günkü şaşkınlığına tebessüm ediyordu...
Halam farkına vardı ilk kez benim sesimdeki bedenimdeki değişikliklerin.
"Amaa uşak bu oğlanın sesi çatallayıp değişmiş, şuna bakın boynu da incelip uzamış... Burnu kemerlenip sivrilmiş, ulan, kötü kötü tüylerde çıkmış bunun yüzünden kele, bakın hele!" derken salavat(*) getirerek erkekliğe ilk adımımı mahalleye duyurduğunda; utanıp kaçtığımı hatırlıyorum...
Babam köyün muhtarı olduğundan Akpınar’daki resmi dairelerin görevlileri de doğal olarak beni tanırlardı...
Akpınar nahiyesinin hem nüfus müdürü, hem de nüfüs memuru olan Haydar Efendi, uzun boylu, sarışın irice bir adamdı. Muhtar oğlu olmam nedeniyle de tanışırdık. Anamın gönderdiği bir helke yoğurdu kendisine teslim edip, babamın selamını da söyledikten sonra nüfus kâğıdı isteğimi ilettim...
Haydar Efendi beni ilk defa görmüyordu... Buna rağmen işinin erbabı, işinin gereğini tam yapan insanlara özgü tavırlarla yerinden kalktı, yanıma geldi. Haydar Efendinin uzun boyu ve iri cüssesinin yanında benim görünümüm çok zavallı kalmıştı.
Sorduğu sorulara aşağıdan yukarı doğru bakarak cevap verirken o, pazaryerinden kuzu alır gibi etrafımda dolanıyor, dolanırken de boyumun uzunluğunu, kilomun ne kadar çekeceğini, boyumla kilomun ortalamasının ne kadar yaş'a tekabül edeceğinin hesabını yapıyordu...
"Haydar Amca, ben babam askere gittikten altı ay sonra doğmuşum, babam 1954 yılında askermiş, öyle söyledi. Haydar Amcana böyle söyle dedi, dedim."
"Hıı, öylemi yiyenim, bunu bulduk şimdi iş ayıyla gününe geldi" dedi.
"O da kolay, Haydar amca;
Zehde Bacı, benim arpalar biçilirken, bir kuşluk vakti, kuzular eve gelirken doğduğumu söylüyor" dedim.
Yanımdan ayrıldı, koltuğuna oturdu, boş bir nüfus cüzdanını önüne çekti, okul dışı sonradan öğrenilme olduğu kesin yazısıyla soluk mavi saman yaprak nüfus cüzdanını doldurup, yanında bulunan soğuk damgayla damgalayıp bana uzatırken;
"Babana selam söyle; sen, 1954 yılı Haziran ayı'nın 21'inde doğdun. Yılını baban, ayını Zehte Bacı, gününü de ben verdim. Hayırlı, uğurlu olsun. Zaten ben de öyle hesap etmiştim. Haydi güle güle diyerek ilk nüfus cüzdanımla beni uğurladı.
Doğmuşum, yaşıyorum, öyleyse varım... Yaşıyorum, öyleyse doğmuşum... Doğum yılımın, ayının gününün ne önemi var...
Yani, demem o ki: İlk nüfus cüzdanımı alışım, yeniyetmeliğe ilk adımımı attığım yıla tekabül eder.
Yılı, ayı, günü kesin olmasa da: Yaşadığına göre bu vardır, var olduğuna göre bu doğmuştur, doğduğuna göre; öyle ya da böyle bir doğum günü vardır, düşüncesiyle doğum günümü kutlayan tüm dostlara teşekkür ediyorum...
Saygılarımla...
(*)Salavat: Kırkpınar yağlı güreşlerinde cazgırın pehlivanları coşturmak için söyledikleri övgü sözleri.”
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.