Mezarlar, mezar taşları
Yolum düştükçe memlekete, memleketteki köyüme giderim. Benim köklerim, dallarım budaklarım, çocukluğum, çocukluk arkadaşlarım buradaydılar... Kanlıgöl'deki, İnliağıl'daki, Sarıkaya'daki, Yukarıöz'deki, Aşağıbaşlar'daki bıraktığım ayak izlerimi sürerim...
Boklukaya'dan Uyuzhamamı'na geçer, kendimi Uyuzhamamı'nın sıcacık sularına bırakırken, civar köylerden köyünde kalıp bir tarafa ayrılmamışlarla, geçim derdine düşüp doğduğu toprakları terk edenlerin sığınakları olan köylerini ziyaretlerinde anılarını tazelemek isteyip, çocukluklarını kısa da olsa yeniden yaşamak amacıyla soluğu Uyuzhamamı'nda almalarına tanık olurum. Suda oynaşırken mutlaka muhabbet kurar, konuştukça geçmişin aile dostluklarına hatta, kenarından köşesinden de olsa akraba oluşumuza şaşar, akrabalık sevinciyle coşar, ortak samimi havayı içimize çeker, adresler, telefon numaraları alır veririz...
Meraklıyım, vedalaşıp ayrıldıktan sonra civarda bulunan terkedilmiş yerleşim yerlerindeki mezar taşlarını ararım... Bu mezarlıklar, bu sahipsiz mezar taşları köylerin, kasabaların beş on kilometre uzağında ve akar su (Geçmişte akan) kenarlarında bulunur genellikle. Mezar taşlarında bir iz, bir işaret, bir emare ararım geçmişe dair...
Sarılı, yeşilli kuru yosun bağlamış iğreti mezar taşlarının kimisini yana devrilmiş, kimisinin ise tüm doğa koşullarına direnerek ayakta kalmış olduğunu görürüm. Tek tek her yıl, belki de yılda bir kaç kez kontrol edip bıkmadan yılmadan yeniden bir iz bir emare, bir işaret, bir tarih ararım...Yanından altından üstünden tekrar bakarım bu taşlara...Bu taşlar, ne kendine işaret olup gölgesinde yatan kişiden, ne de, geçmişte ait oldukları yerleşimden bilgi verirler. Öyle ya, bu çoklukta mezar taşları buralarda olduğuna göre, bir mezra, bir köy, bir yerleşim yeri kalıntısının da olması gerekmez mi?
Yok, ne bir iğreti bahçe duvarı, ne de toprağa diz çökmüş kerpiçten taştan, mesken kalıntısı... Sararmış otlar, ayağımın altında ezilerek ses çıkarırken kertenkele, fare, yılan, akrep, gibi varlığımla rahatı bozulmuş hayvanların sağa sola kaçışarak kendilerine yuva olmuş bu sahipsiz, yaban otlarının bürüdüğü mezarlara buldukları deliklerden kaçışarak girdiklerine tanık olup, sahipsizliğin, kimsesizliğin, terkedilmişliğin hüznünü yaşarım...
Köyün hemen alt ucunda bulunan eski mezarlığı yine ziyaret ederim, büyük dedelerimin büyük ninelerimin (Ebe) mezarlarını, devrilip yuvarlanmış mezar taşları arasında yılandan çayandan sakınarak bulmaya çalışırım...
Bulamam! Çünkü; bırakın geçmişin geriye doğru giden uzun yıllarını, terk edildiği 1938'e ait bile olsa yazılı bir mezar taşı, taşlarda bir işaret, bir emare bulamam, mezarlık sessiz, devrilip yatmış taşlar lâl...
6.8 şiddetinde 19 Nisan 1938 Akpınar depremi ile yani cumhuriyet döneminde depremde zarar gören köyle birlikte köyün mezarlığının da yeri değişmiş, mezarlık “GARİP MEZARI” denilen yere köyün ilçe tarafı çıkışına alınmıştır. Diğer tüm köylerde olduğu gibi, cumhuriyet döneminin mezar taşları künyeli, mezarlık bakımlıdır. Arayan herkes, ecdadının mezarını rahatça bulup, bir Fatiha okuyabilir!
Ana tarafından büyük dedemiz, Ali Efendi'nin; “Kırşehir'de Vakıflar ve Vakfiyeler: Yrd. Doç. Dr. Ahmet Gündüz”ün kitabında da adı geçen medresesi vardı. Yani, büyük dedemiz Ali Efendi dönemin hocası idi. Köyünde okur yazar bir hoca bulunanlar bile yoksulluk, çaresizlik nedeniyle, gerçek ecdadlarının mezar taşlarına künyesini yazdıramıyorlar, ellerinde ayaklarından tutup baş aşağı sallandırdıkları bir horozla Ali Efendi dedeme ya da başka bir köyde başka bir hocaya yağır eşeğinin sırtında, nasırlı eller, çatlamış dudaklar ve yamalı çarıklarıyla Fizan'dan, Yemen'den, Çanakkale'den kendi okur yazar olmadığı için komutanına yazdırıp gönderdiği oğullarının mektubunu okutmaya geliyorlardı...
Cumhuriyetle birlikte, köyünden kasabasından ya da herhangi bir şehrin izbe bir gecekondusundan çıkarak cumhuriyet sayesinde profesörlüğe kadar yükselmiş kimileri, kendilerini oraya taşımış olan cumhuriyete kin kusmakta, yalan yanlış bilgilerle cumhuriyete, onun getirilerine iftira atmakta, emperyalistlere yerli işbirlikçi olarak çalışmaktadırlar.
"DEDELERİMİZİN MEZAR TAŞINI OKUYAMIYORUZ!" diyenler, Osmanlı dönemlerinde ecdadlarının yattıkları yerlerde tanınmalarını sağlayacak mezar taşlarına adlarını yazabilecek okumuş kimselerin olmadığını, yokluk, yoksulluk nedeniyle bırakın mezar taşı künyesini, kefen bezini bile veresiye alıp, parasını ödeyemeyenleri duyanlardan bilenlerdenim...
Bırak sen ecdadının mezar taşındaki yazıyı, senin ecdadının Osmanlı döneminde mezar taşı bile yoktu! Çünkü: Mezar taşı almak mezar taşı yazdırmak para gerektiriyordu, o para da yoksul kesimle kırsal kesimde zaten yoktu. Bu nedenlerle geçmişin sahipsiz mezarlıklarındaki mezar taşları rastgele taşlardan ve sadece mezar yeri işareti amacıyla dikilmişlerdir, gidip gezerseniz görürsünüz. Ecdad dediklerin ve mezar taşlarında adları yazılanlar, o günkü saraya yakın olanlar, şehirlerdeki varlıklılar ve üst düzey yöneticilerdi. Anadolu'da köylere gidersen daha yüz yıl öncesinde vefat etmiş gerçek ecdadının bırak mezar taşı yazısını, çevrelenmiş mezar yerini bile bulamazsın!
"BİR GECEDE CAHİL BIRAKILDIK!" diyecek kadar kör, nankör, inkarcı yalancı olanlar: Cumhuriyet öncesine kadar, Osmanlı döneminde ülkedeki okur yazar oranının sadece %' 10 civarında olduğunu bu yüzde onların da şehirlerde varsıllarla azınlıklara ait olduğunu bilmeyenlerdir...
Osmanlı döneminde %10 olan okuryazar oranının, cumhuriyetin ilk on yılında % 36' ya çıkarıldığını bilmeden konuşmak, konuşan kişinin cehaletini değilse ard niyetini gösterir. Bunlar, cumhuriyetin ilk on yılında basılan kitap sayısının tüm Osmanlı'nın altı yüz yıllık döneminde basılan kitap sayısından fazla olduğunu görmeyecek kadar kördürler... Bunlar, Osmanlı döneminde matbaayı Türkiye'ye üç yüz yıl sonra sokarak Osmanlının çöküşüne sebep olan zihniyetin devamıdırlar...
Cumhuriyetle, Osmanlı dönemini hiç bir şekilde kıyaslayamazsınız:
Biz Türkler, Anadolu insanı, köylerde yaşayanlar, Cumhuriyetle kimliğimizi, kişiliğimizi bulmuş bulunmaktayız...Tüm Avrupa, hatta dünya Anadolu insanına"TÜRK" derken, kendi aslı da kendi kurucusu da Türk olan Osmanlı;
Türklüğü aşağılayıcı bir terim olarak görüp; görgüsüz kaba, barbar anlamında kullanmakta ve kendine Osmanlı diyerek Türk'lükten ayırmaktaydı...
Bazen *Bir musibet, bin nasihattan hayırlıdır* Osmanlı iyi ki, Anadolu insanının kendinden dışlamış, kendinden görmemiş o dönemde hiç olmazsa Anadolu'da Türk'lük bozulmadan kalmış diye düşünmüyor değilim...
Türkiye Cumhuriyetine kin kusanlar, modern Türkiye Cumhuriyeti sayesinde geldikleri yeri görmeyenler ya da görmek istemeyenler ihanet içindedirler...Bunlar, İngiliz Muhipleri Derneği (İngiliz Dostu) üyesi, Mustafa Sabri zihniyetli kişilerdir. Günümüzde çeşitli adlar altında örgütlenmişler hükümetin desteğini de yanlarına alarak, hak etmedikleri yerlere gelmişler, hak etmedikleri konumlarda bulunmaktadırlar...
Etiyopya'lardan, Afganistanlardan bize ATATÜRK gibi lider gerek diye bağıranların çaresizliğine düşmemek için:
Atatürk'ün devrimlerinin, Modern Cumhuriyet Rejiminin, onun getirdiklerinin kıymetini bilip, sahip çıkmalı ve ona sımsıkı sarılmalıyız. Karşı devrimciler, yönleri karanlıktan yana olanlar, emperyalist uşakları, gece gündüz çalışmakta, karşı devrim yolunda epeyce de ilerlemiş bulunmaktadırlar...
Ülkemize, cumhuryetimize ve cumhuriyetin getirdiklerine sahip çıkmalıyız. Başka Türkiye yok!
Saygılarımla...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.