Çöpteki kırmızı koltuk
Otobüs durağının yanı başındaki çöp konteynırının yanında gördüm onu bu sabah. Üstüne yağan yağmura, gri bulutlarla bezenmiş havaya rağmen nasıl da ihtişamlı duruyor karşımda. Kırmızı kadife kumaşı, altın varaklı ahşap oymalarıyla tam bir sanat eseri.
Kimlere ev sahipliği yaptı diye düşünmekten alamadım kendimi. Bir hanımefendinin evlilik şartıydı belki. Belki de bir beyefendi tuzlu kahvesini yudumlamıştı üstünde. Titiz bir ev hanımının sadece konuklarını buyur ettiği salonunun başköşesindeydi belki. Belki de sadece evin babasına tahsis edilmiş “baba koltuğu”ydu.
Aidiyeti ne olursa olsun çok kıymetli olduğu kesindi. Onca yaşanmışlık bile soldurmaya yetmemişti rengini. Peki neydi onu kıymetsizleştiren? Bir bacağının kırılmasıyla eksilmesi mi? Evin dekorasyonunun değiştirilmesiyle modernliğe yenilen klasikliği mi? Yoksa sahibinin ondan sıkılması mı?
Hepimizden bir parça var çöpte parlayan o kırmızı koltukta. Ne çok kıymetsizleştirilmeye çalışıldık şu hayatta… Eksik, demode bulunduk… Sıkıldım bahaneleriyle gözden çıkarıldık…
Ben empati rüzgarında savrulurken lüks arabasından inen 50’li yaşlarda bir beyefendi koltuğu incelemeye başladı. Merakıma yenik düşüp sordum:
-Çok güzel değil mi sizce de?
-Güzel kelimesi yetersiz kalır hanımefendi. İşçiliği mükemmel. Yoksa siz mi alacaktınız?
-Hayır, ben almayacağım. Fakat akıbetini de merak etmiyor değilim açıkçası.
-Ankara Kalesi’nde antika dükkanım var benim hanımefendi. Ufak bir restorasyonla ait olduğu yere aracılık edeceğim.
İade-i itibar… Duygu dünyamı altüst eden kırmızı koltuğun eski itibarlı günlerine tekrar dönmek için yolculuğa çıktığını bilmek, paha biçilemez.
Varlık (insan, eşya fark etmez) değerliyse, çöplükte de olsa, bir bacağı kırık da olsa ışığından hiçbir şey kaybetmez. Değerli olduğumuzu bildiğimiz müddetçe, kıymetimizi bilene mutlaka denk geliriz…
Sağlıcakla kalın…