Vefa

İnsan sosyal bir varlık olarak yaratılmıştır. Bir arada, birbiriyle veya birileriyle yaşamak mecburiyetinde olan, buna mecbur olan bir yaratıktır. Türk...

Vefa
Yayınlanma:
Güncelleme:

İnsan sosyal bir varlık olarak yaratılmıştır. Bir arada, birbiriyle veya birileriyle yaşamak mecburiyetinde olan, buna mecbur olan bir yaratıktır. Türk toplumunun sosyal hayatında, evlenmek, çocuk sahibi olmak, torun-tosun sahibi olmak, kardeşlerin çocuklarıyla yeğen sahibi olmak, onu mutlu eden kabalıklardır. Bir zamanlar “Alman usulü” diye bencil, çıkarcı, ferdiyetçi, tek kişilik- yalnız bir hayat özendirildi. Bu gün acı meyvelerini almaktadırlar. İşyerinde, sadece işi gereği, çıkarı gereği, iş ilişkisi geliştiren işten çıkınca kimseyi tanımayan, selam vermeyen, ortalıktan kaybolan insanlar türedi. Adına “kafa dinleme, ortalıktan kaybolmak, sırra kadem basmak” velhasıl ne derseniz deyiniz bir yalnızlık hakim olmaktadır. ”Bir yalnızlık şarkısı söyler sazım/ben yalnızım, ben yalnızım yalnızım” şarkısı bu güne göre hazırlanmış sanki. ”Köşesine çekilmek, insanlardan, sosyal hayattan uzaklaşma olarak değerlendirilip kendini yalnızlığa mahkum etmektir. Toplumla iç içe olan insanların ileri yaşına rağmen hala genç ve neşeli, orta yaştaki insanların, daha aktif, hoş sohbet olduklarına şahit olursunuz. Ya genç ve hareketli olanların hali elbette beklenen, özlenen gençlik bu. Hani ”nerede hareket orada bereket” denilen bir slogan vardır ya işte öyle. Bu durumun kıymetini ancak yaşlanınca anlarız. “Lakin zaman geçmiş olacak” demeden zamanı değerlendirmek lazım. Mehmet Niyazi rahmetli uzun yıllar Almanya’da yaşamıştır. Gözlediği hayatın özeti Alman’a göre şudur.” 40 yaşına kadar cennet, 40 yaşından sonra cehennem”… İşte bizim akılsızların da tercih ettiği o “Alman usulü” bir hayat var ya kimseyle dostluk kurmayacak, ortak bir hayatın olmayacak, arkadaşlıkların pazara kadar olacak, kendi neslinden de olsa kimseye faydan olmayacak, işte kısır ve kusurlu bir hayat…Alman usulü yaşamak ve Alman usulü ölmek ne hazin bir olay… Oysa bizim neslimizde, bizim kültürümüzde “ben yanarım evladıma, evladım yanar evladına” diye güzel bir tabir var. Nesilleri birbirine bağlayan bir sorumluluk hassasiyeti var. Hayatını ikiye bölüp, ilk yıllarını özgürlük adına zevk meclislerinde geçirerek cennet olarak algılayan, son zamanlarını “cehennem” olarak tasvir eden zihniyet elbette perişanlığa mahkumdur. “Tarlada izi olmayanın, harmanda yüzü olmaz” derler. Elbette gençken, cevvalken, hayalin ve tasavvurların ülkeler, ufuklar ötesiyken bazı şeyler geliştireceksin, dostlukların sahibi olacaksın ki yaşlanınca o senin gibi yaşlı ama ortak değerleri olan insanlarla ortak bir beraber olma anlayışına sahip olasın. Hatıraların sana baston olsun. Tek yaşarsan, tek kişilik bir hayatın olursa bastonun da olmaz. Hayatın son demi cehennem olarak geçmesin. ”Ömrümüzün son demi son faslıdır artık, ey ömrüm nasıl geçersen geç” diye haykıran şarkıcı hiç de efkarlı, hüzünlü, cehennemi bir acıyla söylemiyordu şarkıyı. Bir boş vermişlik, bir kendi haline bırakmışlık hakimdir. Oysa gençken hiç müsaade eder miydi kendi bildiğince geçmesine. Yine neşeli, yine gönül alıcı ama bu defa içinde her şeyin olduğu bir ömür ve serbest bırakıp son demi nasıl yaşması gerektiğini ifade eder. O bilir ki geçmişten o kadar çok dostu arkadaşı ve sevdiği vardır ki onlarla gönlünce geçsin gitsin bu zamanlar diye dert etmez. Gençken zaten istediği gibi geçmektedir. Bu geçiş başı boş bir geçiş değil sorumluluk sahibi, varlığına müdrik, var gayesine uygun bir hayat. Nedim’in dediği gibi” İç bade sev güzel varsa akl-ı şuurun/dünya varmış yokmuş nedir senin umurun” anlayışı da hayvani bir hayattır. Bu tür hayata Necip Fazıl” siz hayat süren leşler” diye kızar öfkelenir. “Ne arayan, ne soran var/acı geçti günlerim” şarkısı da işte bu yalnızlığın bir sonucu. ”Çalma el kapısın, çalarlar kapın” diye de bir eski tabir var. Sen hayatında bir vefa örneği olarak hiç kimsenin kapısını çalmamışsan senin kapını kim çalar? Bunun yanında her hastanın her sağın, her mutlu ya da mutsuzun gönül kapısını çalmışsan senin de kapını elbette çalan olacaktır. ”Gönül kapım açıktır çalmadan gir içeri” şarkısı da bana gönül kapısının han kapısına dönüştüğünü anlatır hep. Benim “kimseye tenezzülüm olmaz, ben kimseye tenezzül etmem” ifadesi tam Alman anlayışı… Küçülmek, ayaklar altında kalmak manalarında değil ama etrafında yaşayan insanlara da bigane kalamaz, alakasız olamaz, olaylar karşı duyarsız olamazsın, hissiz duramazsın. Şayet öyle davranırsan işte yukarıdaki gibi ne arayan olur ne de soran. “Siyasette vefa olmaz” derler. Siyaseti hizmet maksadıyla değil de çıkarlarını tanzim etmek maksadıyla yaparsan elbette vefa olmaz. Siyaseti en yakın arkadaş olarak inandırdığın insanlara “kazık atmak” olarak anlarsan bu netice olağandır elbette. Önce insan sona kendi mensup olduğun markanın insanlarına, en sonunda da bütün insanlara hizmete kendini adamışsan işte o zaman silsile halinde vefakar insanlarla dolacak etrafın. Necip Fazıl “marka müslümanı” diye kızar bazı markalılara. Siyaset kaygan bir zemin sizi göklere çıkararak, ayaklarınızı yerden keserek, överek bir makama getirenler, söverek, aşağılayarak, iftira ederek hakaret ederek oradan uzaklaştırır. Hani bir söz vardır” balçıkla yapılan, yağmurla yıkılır” diye işte sağlam bir zemine, sağlam bir mimariye, kuvvetli bir yapı malzemesine sahip olmayan binaların çöküşü yirmi ay gibi kısa bir zamana dahi sığabilir. Sonra da üzüntülerin girdabına gark olur “bırakıp da gitti, dost bildiklerim” şarkısıyla avunduğunu sanıp yanarsın bir zamanlar yaptıklarına. ”Geçmiş hukukumuz var, hatıralarımız var” sözleri ne güzel bir anlayışın ürünüdür. Ahde vefanın en güzel tezahürüdür. Bizim kültürümüzde olan bir anlayış. Tamamen bizden yerli, milli bir anlayış… Tanıdığım sendikacıların tamamı, en büyük rakiplerinin başka sendikaların başkanları değil kendi yönetimindeki, kendi idare heyetindeki arkadaşları” olduğunu söylerlerdi. Nitekim en yakınındaki adamın bir saray darbesiyle indirilir kendisi çıkar oraya. Pek tabii ki bu heyeti bir araya getiren sebep, sendikanın maddi imkanlarıdır. O maddi paylaşım herkesin hoşuna gidecek tarzda devam ederse ortaklık bozulmaz. Lakin birinin çarkına çomak sokmuşsanız o da sizin tekerinize çukur kazar. Sizi o hendekte boğar. ”Öküz öldü ortaklık bozuldu” ne kadar kötü bir anlayış değil mi? Böyle bir arkadaşlık olur mu? Eskiden bayramlarda önce kendi mahallemizden, komşularımızdan başlar, sırayla bayramcı giderdik. Şekerin iyisini verene önce gider, akide şekeri yerine çay şekeri verene ya en sonda veya hiç uğramazdık. Lakin akrabaların böyle bir tasnife tutulmasına gerek olmadan istisnasız hepsini dolaşırdık. Yaşlı ve çay şekeri vermesine rağmen Hacı Hafız dayıyı mutlaka ziyaret ederdik. Ya akide şekerinin ikinci sınıf olanı ”sormuk şekeri” denilen şekerden veren, ancak sohbeti şekerden de tatlı olan çocuksuz Kezban teyzem… En fazla zamanı burada harcardık. Kış ise kışlık yiyeceklerden, yaz ise yaz meyvelerinden ikram eder, herkesin nabzına göre sorular sorarak şen-şakrak bir bayram kutlaması yapardık. Bu arada hizmeti de biz ziyaretçilerine yaptırırdı. Hiç hazzetmediğimiz ancak babamın, ”ona da uğradınız mı” sorusundan çekindiğimiz için, her ziyaretimizde isterse bayram olsun hemen Marksist zihniyetini anlatmaya başlayan geri zekalıya gitmek gücümüze giderdi. Zaten şizofren bir tipti. Çıkarcı, yalancı ve his yoksunu bir varlık… En kısa ziyaret bu ziyaret olurdu. Kaçarcasına uzaklaşırdık oradan. Görüşmekten zevk aldığım, her an görüşmeye hazır olduğum insanlar elbette yaşlıysa baba dostu, babamın dostu insanlardır. Daha sonra bizim yetişmemizde ana-babamdan sonra en çok emeği geçen insanlardır. İlkokul öğretmenim, Sayın Ali Rıza Türk hocamızı ziyaret elbette bir memleket meselelerinin irdelendiği güzel zaman dilimi olarak her zaman çekip, alıp götürür kendisine. Görmeyeli kırk yıldan fazla olan ancak anmaktan, telefonla sesini duymaktan zevk aldığım Çorumlu hocam Prof. Dr. Ahmet Lütfi Kazancı beyefendi ile buluşmak her defasında ”işin rast gelsin” duasını almayı en karlı zaman dilimi olarak takdir ederim. Böyle bir dua ile bizim işimizin rast geldiğine de inanmaktayız. Bir güzel vefa örneği… Üniversite hocam, değerli insan, hoşsohbet ilim adamı Sayın Prof. Dr. Ahmet Mermer Hoca’ma da saygılar sunmaktan sonsuz bir haz duyarım. Şunu da unutmayalım ki ruh yakınlığımız olmayan insanlarla beli zaman diliminde dernekte, partide, sendikada, kahvehanede kısa süreli beraberliğimiz yine kısa sürede yok olmaya mahkumdur. Ancak ruh yakınlığımız olan, aynı anlayışın, aynı ideallerin sahibi insanlarla alakamızı devam ettirelim, derdiyle hemdert olalım, diğer gamlık şiarımız olmalı ki bir ömür değil bin ömür birbirimizi sevebilelim. Vefa gösteren vefa bulur elbette. Şarkılarda en fazla işlenen konu vefasızlıktır. Vefasız sevgiliden, vefasız yardan bahsetmek neden çoktur acaba? Vefalı olanlar elbette daha çoktur lakin vefasızlık yakıp-yıkıp gittiği tahrip ederek gittiği için tesiri de çoktur. Sevdiğine “vefasız” diye bağıran, feryat eden adama karşısındaki de aynı duygularla karşılık vermediğini düşünebilir misiniz? Çekip giden yalnız karşısındaki değildir. ”Ellerini çekip benden yarim bu gün gider oldu/hem sever hem sevilirdik/bu ayrılık neden oldu” diye inleyen adamın bir bildiği, sakladığı hiç kimsenin bilmesini istemediği bir sebep var ama o bu sebebe rağmen gitmesine şaşmaktadır. Bir adamın tabutunun arkasından yürümek de bir vefa örneğidir. Vefayı yalnız karşımızdakinden beklemek yerine kendimiz vefalı olursak inanıyorum ki pek çok ”vefasız” dediğimizin vefalı olduklarına şahit olacağız. Dostlarımız vefalı olsun, dostluklarımız vefa temeline dayansın, tarihi tekerrür ettirmeyelim inşallah! İnsanlar, dostlarının kendisi hakkındaki düşüncelerini okuyabilselerdi bütün dostluklar güneşte karın erimesi gibi erirdi yok olup giderdi.

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.